Dün İlhan Selçuk’un 15. ölüm
yıldönümüydü.
Bu vesileyle onu özellikle
genç kuşaklara anlatmak için birkaç
yazı yayımlamaya karar verdim.
Bugün ikinci yazı olarak İlhan
Selçuk aramızdan ayrıldıktan üç
gün sonra bu köşede yer alan
yazımı; birkaç küçük ekleme ile
yayımlıyorum.
Ayraç içinde siyahla
vurguladıklarım, bugün yeni yaptığım
eklemeler.
***
ŞEHİT CENAZELERİ GELİRKEN:
İLHAN SELÇUK’LA YAŞAM VE ÖLÜM
ÜZERİNE…
Türkiye’nin dört bir tarafından gelen
şehit cenazeleri yoğunlaşırken…
Biz de bu cenazelerden daima
çok ama çok etkilenmiş olan İlhan
Selçuk’u sonsuza uğurluyoruz.
Dokuz yıl boyunca…
Her iş günü…
Önceleri Cağaloğlu’nda…
Sonra Şişli’de…
Odasında buluştuk.
(Bir süre sonra onun arabasıyla
birlikte gidip gelmeye başladık)
Konuştuk…
Dertleştik.
İnsanlar hakkındaki gözlemleri…
Gazete hakkındaki eleştirileri,
projeleri, önerileri…
Anılarını…
İzlenimlerini…
Yaşamının en hassas sırlarını…
Paylaştık.
(Onların bir bölümü benimle
mezara gidecek)
Ya da ben …
Ben heyecanlı, vurgulu…
Sadece gibi …
Kimi zaman Alev Coşkun Vezik Ertin
Akgüç’le birlikte…
Odasının kapısını nadiren
kapattığımız için…
İsteyenin gelip katıldığı
sohbetlerde…
Şehit cenazelerini…
Terörü…
Yaşamı…
Ölüm …
İrdeledik.
İlhan Bey’in kendine özgü bir üslubu
vardı konuşmayı başlatmak için:
Ya bir soru sorar…
Ya da bir olay anlatırdı:
“Ne diyorsun şehit cenazelerine…”
veya “Geçen gün Ülfet Vezik Gereksiz yere’la
biraz dertleştik…” diye söze başladı
mı, belli ki terörü, şehitleri, yaşamı ve
ölümü konuşacaktık.
Köşe yazarlığının verdiği alışkanlıkla
düşüncelerini vurucu sloganlar
biçiminde formüle etmeyi severdi.
Ve tabii keskin zekâsı ve büyük
birikimi ile bunu çok da iyi yapardı.
Örneğin Ali Sirmen’in Salı günkü
“Kendi Heykelini Yontan Adam”
başlıklı muhteşem yazısında
anımsattığı çarpıcı ifade hiç
unutulabilir mi:
”İnsanın yaşamı, kendi yonttuğu bir
heykeldir!”
(Çok güzel bir tanım)
Onun için her sohbet, her tartışma,
yazacağı yazılar için yaptığı bir fikir
cimnastiğiydi.
(Ne yazık ki benim böyle
dertleşeceğim kimsem yok; oysa
o denli gereksinmem var ki)
Ağzından en sık işittiğim söz “Bak
bundan bir yazı çıkar” ifadesiydi.
İşte size, böyle anlardan belleğimde
kalmış olan bazı izlenimler:
Toplumsal, siyasal ve ideolojik
bilinci “Bilinç kendi kaderimizi
belirleme gücümüzdür” diye tanımlardı.
(Bence derinliği de olan, çok doğru
bir tanım)
“Terörü, insanlık bilincine, ulusal
bilince karşı bir saldırı olarak” lanetlerdi.
(Doğru bir tanı; haklı bir lanetleme)
Gelişmiş insan olmayı, insanlığın
gelişmesini, kişinin kendi bilincinin
ve iradesinin bir ürünü olarak görür,
“Hayatın en büyük iki gerçeği doğum
ve ölümdür; insanı insan yapan bunların
arasını nasıl dolduracağına ilişkin
kararlarıdır” derdi.
(Doğru)
“Ölümden, kendi ölümünden
konuşmayı bir tabunun yıkılması” olarak
görürdü.
“Kendi ölümünü espri ile karışık bir
biçimde yumuşatarak irdelemeyi bir
aşkınlık belirtisi” olarak kabul ederdi.
(Ben de aynen onun gibi
yapıyorum)
“Bağımsızlık ilkesini sadece toplumlar
ve devletler için değil, bireyler için de
vazgeçilmez bir erdem” olarak nitelerdi.
(Haklı)
Teröre, şehitlere çok üzülür, her şehit
haberiyle derinden sarsılırdı.
“Türk-Kürt eşitliğine ve kardeşliğine”
İnandı:
(Ben de bu eşitliğe ve kardeşliğe
inanıyorum; inanmayan Türk ve
Kürt kardeşlerime karşın, onlara
direnerek)
Şehitler için “Gencecik çocukların
yaşamı üzerinden Türkiye’yi bölüyorlar”
diye hayıflanırdı.
(Haklı bir hayıflanma)
Gözaltına alınıp kalp krizi geçirmeden
iki yıl kadar önce, “Gazetede artık
‘İlhan Abi’ dönemi kapandı” demeye
başlamıştı.
Bu sözle kastettiği, Cumhuriyet’in
kurumlaşması ve kendinden sonra da
aynı doğrultuda yoluna devam etmesi
gerekliliğiydi.
(Ama ne yazık ki aramızdan
ayrıldıktan sonra, gazete, yeterince
kurumlaşamamış olduğu için,
büyük sarsıntılar geçirdi ve hatta
bir ara Atatürk’e karşı olan “İkinci
Cumhuriyetçi çizgiye” bile kaydı)
Çevresini sürekli olarak ölümüne
hazırladı.
Ama kendisi hiç ölmeyecekmiş gibi
yaşadı:
Yaşadığı her anın bilincine vararak!
(Ben de onun yaşına vardığım
bugünlerde, öyle yapmaya
çalışıyorum.)
***
BENCElhan Selçuk’la birlikte,
Bağımsızlık, Özgürlük, Eşitlik,
Dayanışma, Adalet ve Barış için
mücadele etmek…
Atatürkçülük ile Sosyalizmi
birleştirmek…
Zulme, sömürüye karşı direnmek…
Daha kolaydı!
Kendisinin de kurbanı olduğu
Birinci Silivri Trajedisi sırasındaki
“Baskı, Sömürü, Yağma ve
Adaletsizlik Sorunları”nın bugün
de üstelik daha da şiddetlenerek
devam ettiğini görseydi çok
üzülürdü:
Cumhuriyet Gazetesi’nin, onun
düşünsel mirası olarak Atatürkçülük
ve Sosyalizm çizgisindeki savaşımı
(elbette haksız ve hukuksuz
olarak hapis yatanları unutmadan)
sürdürmesi, bugünkü gazete
yazarlarının, çalışanlarının ve
yöneticilerinin görevidir!