Kadınlara yönelik cadı avları, toplu yakılmalar, işkenceler
ve sistematik dışlamalar uygulandı.
Danimarka ve İsveç’in geçmişlerinde, kadınların ikinci sınıf insan olarak görüldüğü, korku ve vahşetin kol
gezdiği, binlerce kadının yaşamlarının karartıldığı dönemler yaşandı.
1550’li yıllarda Danimarka’da, kadınlar bütün kötülüklerin kaynağı
“cadılar” olarak görüldü. Özellikle
kırsal kesimde büyük bir “cadı avı”
başlatıldı. Kadınlar; kuraklık, deprem, salgın hastalık, kötü hasat gibi felaketlerin sorumlusu ilan edilerek cezalandırıldı.
Kral IV. Christian’ın 1617’de yayımladığı “Cadılıkla Mücadele Kararnamesi” ile kadınlardan işkence yoluyla ifade alınması ve büyücülük suçlamasıyla ölüm cezası verilmesi yasal hale getirildi. Yalnız yaşayan, ebelik yapan, bitkilerden doğal ilaç elde eden kadınlar, dini otoriteler tarafından hedef alındı. Dini otoriteler onları “şeytanla işbirliği yapan
büyücü ve cadılar” ilan etti.
“Maren Spliid Olayı”, Danimarka’da
bir vahşet döneminin kanıtı. Maren
Spliid, toplumda saygınlığı olan iyi
bir kadın terziydi. Bir müşterisi, “cadı” olduğunu öne sürerek onu ihbar
etti. Maren, ilk mahkemede beraat
etti. Ancak kralın isteğiyle işkence
altına alınarak yeniden yargılandı.
1641’de Ribe’de ateşe atılarak yakıldı.
Danimarka resmi kayıtlarına göre bu
dönem boyunca 1000’den fazla kadın, yargılama gereği bile duyulmadan asıldı veya ateşe atılarak yakıldı.
İSVEÇ’TE ‘CADI AVI’
İsveç’te de kadınlar açısından en
karanlık dönem 1668-1676 arasında
yaşandı. Mora kasabasında başlayan
“cadı” paranoyası kısa sürede tüm
ülkeye yayıldı. Kadınların yakılması
ve öldürülmesi için çocukların verdiği düş ürünü ifadeler yeterli sayıldı.
Küçük yaşlardaki çocuklar, bazı
kadınların kendilerini gece uçurarak
şeytanla işbirliği yapmak üzere cadıların toplanma yeri olan Blakulla’ya
götürdüklerini öne sürdüler. Bu kurgusal sözler, tanık ifadesi olarak kabul edilerek mahkemeler kuruldu.
100’den fazla kadın, önce meydanlarda idam edildi, sonra da cansız
bedenleri topluca yakıldı. Gavle kentinde, 1675’te çocukların tanıklığıyla önce 30 kadın, sonra da 300 kadın, hiçbir kanıt gösterilmeden asılarak, yakılarak öldürüldü.
Stockholm’de yaşayan araştırmacı
yazar Dr. Tülin Uygur, bu dönemi şöyle değerlendirdi: “İsveç toplumu, çok
tanrılı Vikinglerden tek tanrılı topluma geçişin sancılarını acı yaşadı.
Viking toplumunda kadınlar, ailede
ikinci sınıf konumda olmalarına karşın kısıtlı da olsa bazı haklara sahiptiler. Tek tanrılı topluma geçişten sonra katı kurallar uygulayan kilise, kadını ‘günahkâr’, ‘erkeği baştan çıkaran’, ‘boyun eğmesi gereken’ bir varlık ilan etti. Kilisenin kadında aradığı özellik ise ‘bakirelik’ ve birer ‘Meryem Ana’ olmalarıydı. Doğada toplanan bitkilerle sağaltıcı ilaç üreten
kadınlar da kilise tarafından ‘cadı’ ve
‘büyücü’ kabul edildi. 1668-1675 arasında Stockholm başta olmak üzere
İsveç’in çeşitli bölgelerinde 300’den
fazla kadın, kafaları kesilerek, yakılarak öldürüldü. Torsaker bölgesinde de 60’ı kadın, toplam 71 kişi aynı
yöntemlerle infaz edildi. Kadınların
doğurduğu evlilik dışı çocuklar, ormanlık alanlara bırakılarak kurda,
kuşa yem edildi.
İsveç’te bu korkunç dönem 1770’ye
dek sürdü…
Akılcı düşüncenin başlangıcı 18.
yüzyıl, Danimarka ve İsveç’te akılcı
düşüncelerin egemen olmaya başladığı yıllar oldu. Kadınlara yönelik “cadı” ve “büyücü” suçlamaları
inandırıcılığını yitirdi. Onlarla ilgili
mahkeme kararları ciddiye alınmadı.
Danimarka’da son “cadı” idamı
1693’te kaydedildi. İsveç’te, 1770’te,
“büyücülük”le ilgili davalar hukuk sisteminden kaldırıldı. Ancak iki ülkede
de kadına yönelik kısıtlamalar sürdü. Kadınlar hâlâ erkek egemenliği
altında yaşamak zorundaydı. Mülkiyet hakları sınırlıydı. Erkeğin onayı
olmadan boşanamıyorlardı. Eğitim
ve meslek edinme koşulları çok azdı.
1789 Fransız Devrimi, Danimarka ve İsveç’te de etkilerini gösterdi.
Kadınlar, toplumsal yaşamda görünmeye başladılar. Sanayileşme ile
birlikte kadınlar ekonomik yaşamda
da etkili oldular.
Danimarka’da, 1857’den itibaren
evli olmayan kadınlar da ekonomik
haklara sahip oldular, üniversitelere alınmaya başladılar. Acılı dönem
sona eriyordu…
Bugün Danimarka’nın başbakanı
bir kadın. İsveç’te de 1845’ten başlayarak kadınlar, eşit miras haklarına sahip oldular. Sosyal ve ekonomik
yaşamda yerlerini aldılar. Üniversitelerde eğitim görmelerine izin verildi.
Uzun süren savaşlar ve sonrasındaki Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kadınların toplumdaki rolü arttı.
Erkeklerin savaşa gitmesi nedeniyle kadınlar fabrikalarda, hastanelerde, tarım alanlarında çalışma olanağı buldular. Bu durum, kadınların
emek ve hak taleplerinin yükselmesinin yolunu açtı. İlk kadın örgütleri
kurulmaya başladı. Bu şekilde eşitliğe giden yolda örgütlü kadınlar, en
büyük mücadeleyi verdi.
1915’te Danimarka’da kadınlara oy
hakkı tanındı. İsveç’te 1921’de kadınlar
sandığa giderek oy kullanmaya başladılar. Eğitim, yönetim ve siyasette
kadınların ağırlığı artmaya başladı.
Yine de iki ülkede de eşitlik mücadelesinin hedefine ulaşması için
uzun yıllar gerekti. Dr. Uygur’a göre: “1965’te yeni bir yasayla erkeklerin -eşleri de olsalar- kadına zorla
sahip olması ‘evlilik içi tecavüz’ sayılarak suç kapsamına alındı. 1979’da
çıkarılan ‘Cinsiyet Eşitliği Yasası’ ile
kadın ve erkek iş yaşamında (maaş,
çalışma şartları ve kariyer) eşit hale getirildi.”
GÖÇMEN
KADINLARIN
DURUMU
KADINLARIN
DURUMU
Kadınlarla ilgili bu ilerlemeler sürerken, göçmen kadınlar ciddi sorunlar yaşamaya devam ediyor.
Uygur, bu konuda da şunları söyledi: “İsveç’teki kadın hakları mücadelesinde göçmen kadınların adı yok.
Özellikle de yabancıların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde, göçmen
kadınların eğitime devam etmelerinde, evlenecekleri erkeği seçmelerinde, kaç çocuk doğuracaklarına karar
vermelerinde ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Göçmen kadına yönelik şiddet
ve namus cinayetleri devam ediyor.
Kadın sünneti ve aile zoruyla evlilikler önlenemiyor. İsveç meclisinde göçmen kökenli kadınlar, kamu
sektöründe, eğlence ve müzik sektörlerinde göçmen kökenli kadınlar var. Göçmen kadınların bireysel
olarak başarı kazanmaları mümkün.
Ancak toplumsal alanda hâlâ göçmen kadın çoğunluğunun adı yok…”
Her yıl, nisan ayının ortasında düzenlenen Paskalya törenleriyle yüzyıllar önce kadınlara uygulanan zulüm canlandırılır. Cadıların, büyücülerin, uçan keçilere, süpürgelere,
yaban hayvanlarına binerek şeytana
ait Blakulla alanına gitmeleri tasvir
edilir. Küçük kızlar yüzlerini boyar,
plastik dişler takar, yüzyıllar önceki cadılara, büyücülere benzetmeye çalışır. Balonlar uçurulur, eğlenceler düzenlenir.
Günümüzde Danimarka ve İsveç,
kadın-erkek eşitliği sıralamasında
dünyanın ilk beş ülkesi arasında yer
alıyor. Kadınlar, parlamentoda, siyasette; eğitim, sanat ve kültür alanında önemli yerlere sahip oldular. İşyerlerinde ücret dengesinin ve cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına öncülük ediyorlar.
Bu gelişim ve değişim; asılan, yakılarak öldürülen kadınlar üzerinden yükselen bir mücadele tarihinin eseridir. Danimarka ve İsveç’in
kadınları, yüzyıllar süren zulme, “cadı” damgalarına, ateşe atılmalarına
karşın bugün eşit hak ve özgürlüklere sahip oldular.
Bu ülkelerin tarihi bize şu gerçeği gösteriyor: Kadınların özgürlüğü,
yalnızca bir hak sorunu değil, insanlık onurunun da temelidir. Geçmişte
ateşe atılarak yakılan kadınlar, bugün
yaşamın her alanına ışık tutuyorlar.